Küresel salgınla mücadele sürecinin önemli bir unsurunu fiziki izolasyon oluşturuyor. “Evde Kal” çağrılarıyla pekiştirilen söz konusu durum, hem ulusal hem de küresel düzeyde her bir bireyi şu ya da bu şekilde etkilediği gibi, birbirine benzer davranış biçimlerini de tetikleyerek sürecin devamı ve sonrası hakkında önemli soruları ve ipuçlarını beraberinde getiriyor.
Bizler küresel salgın öncesi kendimize, çevremize, toplumumuza, ülkemize ve dünyaya nasıl bakıyorduk, şimdi nasıl bakıyoruz? Düşüncelerimizde köklü bir değişiklik gerçekten oldu mu? Kendimizle, düşüncelerimizle, hayata bakışımızla “evet, evet” artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak derken ne kadar içten ve samimiyiz?
Küresel salgınla mücadele döneminin başında çoğumuz “çok hızlı hareket ediyormuşuz”, “şimdi anladık, bizsiz de dünya dönüyormuş”, “yavaşlamalıyız” derken mesela, hangi ara yine bu kez farklı araçlarla rekabeti hızlıca başka mecralara taşıyabildik? Salgınla tanışmanın üzerinden daha iki ay kadar bile bir süre geçmeden bu kez “evde” ne kadar çok meşgul olduğumuzdan, telefon, canlı yayın vs. trafiğinin yoğunluğundan bahseder olduk? Kendimizi “meşgul tutmak” bize iyi mi geliyor, başka türlüsünü mü bilmiyoruz, yoksa kendimizi önemli ve faydalı hissetmenin en önemli aracını “yapacak çok işimizin olması” olarak mı görüyoruz ki çok kısa bir sürede yine başladığımız yere döndük?
Başlarda “tek başına olmanın hazzına varıyoruz” derken, kısa bir süre sonra neden yine hemen “yalnız kalma” korkusuyla katlanan kısıtlılık hissiyle olabildiğince çok kişiyle aynı anda iletişim kurulabilecek mecraların arayışına girdik? Daha uygun koşullarda dahi çok uzun zamandır bir araya gelmediğimiz, bir araya gelmeyi aklımıza bile getirmediğimiz, hatta bir araya gelmek istemediğimiz kişilerle bile bir iletişim zemini arayışına başladık? Hayatımız boyunca biriktirdiğimiz insanlara o kadar az mı güveniyoruz ki, “bunca işlerinin arasında” bizi unutmasınlar diye bu kısa süre içerisinde bile onları hayatımızda tutabilmek için her türlü yolu denedik? Ya da biz iletişimin sessiz, uzaktan ve kalpten hissederek de olabileceğini o kadar unuttuk ki, illa gözle görmek istedik?
Dahası “kendimize dönüyoruz, kişisel hesaplaşma zamanı derken”, niye müthiş bir hızla bu kez evimiz dâhil mahrem alanlarımız ve hallerimizle tamamen dışa dönme gereği hissettik? Gönüllü olarak ve ayrıca büyük bir memnuniyetle “kendi hapishanelerimizi” daha da köklü biçimde oluşturmaya devam etmeyi seçtik? Üstelik istisnasız hepimizin yaşamını tehdit eden salgına rağmen bir taraftan hala bolca izlenmeyi ve beğenilmeyi çokça önemsemeye devam ederken, diğer taraftan virüsten çok daha fazla “izlenmeme ihtimalinden” korkarak hareket edebildik? Evde kaldığımız sürede en büyük kaygımız “nasıl göründüğümüzü” ilgilendiren konular oldu ve virüs tehdidine rağmen ara formüller üretme girişiminde bulunabilecek kadar gözümüzü kararttık?
Kendimizden bu kadar çabuk mu sıkıldık? Kendimize biraz yakından bakınca gerçekler hoşumuza mı gitmedi, kendimizle yüzleşmenin zorluklarına mı katlanamadık, kendimizle uğraşmak işimize mi gelmedi de ben bu süreçte başkalarına “deva olmalıyım”, “tavsiyede bulunmalıyım”, başkalarını “bilgilendirmeliyim”, “eğlendirmeliyim”, “güldürmeliyim” vs.’ ye sığındık? Neden çoğumuz birden kendimizi bir kenara bırakıp “kendimizden başka herkesin kurtarıcısı” olmayı seçtik? Ne kadar çok “kurtarıcı”, ne kadar çok “kurtarılması gereken”, “ne kadar çok sıkılan, sıkılınca ne yapacağını bilemeyen”, “ne kadar çok bilgi sahibi ve evde “oyalanmak!” ve “sıkıntı gidermek” için ne yapılması gerektiğini bilen, bilge kişi” varmış aramızda neden daha önce görmedik?
Üstelik kişisel alışkanlıkları değiştirmek bu kadar kolay mı? Yaptıklarımızı reçete olarak başkalarına sunmak bizim atfettiğimiz kadar önemli ve değerli mi? Sunulan her reçete bir bakıma kişisel tercihleri yok ederek, aynılaşmaya da taşımıyor mu çoğumuzu? Ya da üstenci bir tavırla karşı tarafı edilgen bırakmıyor, hazırcılığa sevk etmiyor, yaratıcılığını öldürmüyor mu? Hayat aslında çoğu kez bulmaktan ziyade aramakla da ilgili değil mi? Ara ara birbirimizi rahat bırakmamız da gerekmiyor mu kendi özgün yollarımızı bulmak için?
Yine dijital dünyayla ilk kez bugün tanışıyormuşçasına büyük bir hevesle biran evvel yarışta olmak üzere -üzerinde çok da düşünmeye vakit bulamadan- kendi içeriklerimizi oluşturup paylaşmaya başladık? Tüm bu teknolojik imkânlar salgın öncesinde de mevcutken, niye benzer girişimler o zaman aklımıza gelmedi ya da neden bunlara o zaman gerek duymadık, öncülük etmedik de bugün böyle topyekûn bir ihtiyaç, hatta kendimizi tüm bunları yapmakla görevli hissettik? Salgın bizi bu konuda da mı eşitledi de hepimiz birbirinin benzeri şeyleri yapar olduk? Aslında bu şekilde eskisinden çok daha hızlı “tüketilen” içeriklerin oluşmasına bizzat kendimiz önayak olmadık mı? Salgın sebebiyle uygulama araçlarımızı değiştirmek zorunda kaldık kalmasına da “zihniyet değişikliğini”, “yeniyi (o her neyse ve ne olacaksa) inşa etmeyi, dahası bir de bunu içselleştirmeyi” aynı hızla gerçekleşebilmek o kadar kolay mı?
Küresel salgın hangi korkularımızı tetikledi de biz evde kaldığımız bu dönemi en verimli, vaktini en iyi değerlendirmiş, kendine en fazla yatırım yapmış şekilde geçirdiğimizi kendimize ve etrafımıza ispat etme çabasına girdik? Kimler bu rekabeti körükledi de şimdi her şeyi bir kenara bırakıp “evden çıkma zamanı” geldiğinde “en iyi” olarak çıkmak için mücadeleye odaklandık? Aslında evde aşağı yukarı hepimiz benzer koşullarda birbirinin aynısı işlerle meşgul olurken, neden kendimizi “dünyanın en farklı işini” yapıyormuş gibi hissetmek istedik ya da hissettirme gereği duyduk? Kendimize yatırım zaten işin doğası değil miydi? Dolayısıyla esas bunun salgınla “gün yüzüne çıkmasını” uzun uzun düşünmemiz gerekmez mi?
“Krizden fırsat doğar, ya da krizi fırsata çevirmek gerekir” söylemindeki “kriz” ve “fırsat” kelimelerini kendi dünyalarımızda nasıl tanımladık ki, krizi hızlıca bir kenara bırakıp, fırsatın peşine düşebildik? “Ya ben o fırsatı yakalamadan başkası yakalarsa” kaygısına kapıldık? Süreci yine “sıfır toplamlı bir oyuna” dönüştürüp, çarka dâhil olduk?
Her “boşluk” mutlaka bir şekilde dolar korkusuyla, küresel salgının hayatlarımızda yarattığını düşündüğümüz “boşluğu”, durup soluklanamadan, niteliğini anlamaya çalışamadan, “demlenme sürecini” bekleyemeden o kadar aceleyle doldurmaya çalıştık ki, sonucunda karşı karşıya kaldığımız “prematüre” oluşumlarla ne yapacağımızı mı bilemedik? Ya da biz zaten içten içe böyle bir boşluğun hep farkındaydık da “iyi ki bir vesile oldu” da umutlandık mı?
Tüm bu soruların tek ve net bir cevabı yok. Üstelik genelleme yapmak da çok doğru değil zaten. Mevcut koşullarda bu sorulara çok sayıda yenilerini eklemek de mümkün. Şimdilik koşullar bizi zorluyor, biz koşulları… Yaparak, deneyerek öğrenmeye, yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Dahası önümüzü görmek, nereye gittiğimizden emin olmak, hayatımızın kontrolünün hala elimizde olduğunu hissetmek, tutunacak bir dal bulmak, olana kendimizce direnmek ya da geçici veya kalıcı çözümler bulmak ve her şeyden önemlisi eğer bir “yeni” olacaksa bunun kendi kafamızdaki “yeni” olması için – bilerek ya da bilmeyerek-çaba sarf ediyoruz.
Görece durgun bir denizde yüzerken bir anda dalgalarla kumu, suyuna karışmış denizde yüzmeye devam etmek durumunda kaldık… “Eskiden” bildiklerimiz, “yeniden” bilmediklerimiz var… Ha bir de tabii korkularımız ve umutlarımız.