Son dönemde “evde kalma” durumumuzla baş etme yöntemlerini hızlıca bir kenara bırakıp, “yeni” normalin koşullarını, kurallarını oluşturma ve uygulama aşamasına geçmiş görünüyoruz… Bu bağlamda bireysel, ulusal ve küresel düzeyde hemen her konuda olasılık hesapları çoktan yapılmaya başlandı bile…
Artık pek çok çalışmanın başlığında “korona sonrası” ibaresi yer alıyor. Bir “öncesi- sonrası” ayrımında daha bulduk kendimizi… Tıpkı Sovyetler Birliği dağıldıktan, 11 Eylül yaşandıktan sonra olduğu gibi… Aslında bireysel, ulusal ve küresel düzeyde milat kabul ettiğimiz, bize “öncesi-sonrası” tartışmaları yaptıran daha nice olay, durum, gelişme vs. var bugünlerde yeniden hatırladığımız…
Her milat kabul ettiğimiz, kırılma olarak algıladığımız ya da olacağına inandığımız olay gibi küresel salgınla ilgili yapılan “öncesi-sonrası” tartışmaları da her düzeyde birçok duyguyu aynı anda hissetmemize sebep olmaya başladı. Biraz tedirgin, biraz umutlu, biraz kaygılı, biraz heyecanlı, biraz şaşkın, biraz düşünceli, biraz korkulu, biraz cesaretli, biraz dirençli, biraz teslimiyetçi, biraz iyimser, biraz kötümser, biraz sakin, biraz coşkulu, biraz temkinli, biraz ölçüsüz…
Bir tarafta “önceye” ait statükonun değişimi, varlığın sorgulanması, konfor alanlarından çıkış, gücün el değiştirmesi, kazananlar, kaybedenler, bilinmeyene, öngörülemeyene yöneliş, değişim ve dönüşüme uyum tartışmaları, diğer tarafta eldekileri kaybetmeme, “sonrayı” inşa etme, “sonrada” doğru konumlanma, öncü olma, öne geçme, pay kapma, dönüşümden medet umma, miladı fırsata çevirme çabaları… Küresel salgının ne olduğunu, gerçek bir kırılma yaratıp yaratamayacağını daha durup düşünmeye, anlamaya fırsat bulamadan “öncesi-sonrası” münakaşasında bulduk kendimizi… Neler olup, bittiğinin farkına bile varamadan…
“Öncesi-sonrası” arasındaki “farkı” her düzeyde “hiç olmayacaktan”, “her şeyde hem de çok büyük boyutlarda olacağa” kadar geniş bir yelpazede hem de söylediklerimize son derece inanarak tartışıyoruz. Üstelik topyekûn “önceye” dönme “hız” ve isteğimize bakılırsa çoğumuzun “önce” ve “sonra” arasındaki mesafeyi uzatmak gibi bir niyeti de hiç yok…
Yine bir telaş, bir hız “sonraya” taşıyor bizi… Hızlı hızlı geçmek istiyoruz her süreci… İçimizdeki bir yerlere, bir şeylere bir an önce ulaşma, yetişme heyecanı hep tetikte tutuyor bizi… Üç aya yakın bir süredir “zorunlu yavaşlamamıza” inat çoğumuz kontrolsüz bir şekilde “hızımızı” yeniden test etme, “yavaşlama” sürecinde “hızımızı” kaybetmediğimizi kendimize ve etrafımıza ispatlama çabasına girdik bile… Bir zaman diliminden diğerine atladık gibi düşünerek en kısa sürede unutmak istiyoruz son üç aydaki tüm yaşadıklarımızı, iç hesaplaşmalarımızı… Hıza teslim olmak, kalıplarımıza, -meli, -malı ekleriyle yönlenen hayatlarımıza tutunmak, yavaşlamaktan, derinleşmekten, anlamaya çalışmaktan, belirsizliğe ve olana teslim olmaktan daha güvende hissettiriyor çoğumuzu, içimizde yarattığı “hep bir şeyler eksik” duygusu ve boşluğa aldırmadan ayaklarımızı yere sağlam basmak istiyoruz…
Bireysel, ulusal ve küresel düzeyde yapılan küresel salgın “öncesi-sonrası” somut tartışmalarının arka planında da benzer duygu durumları hâkim.
Aktörler ve düzeyler arasında çok katmanlı, karmaşık, geçişken etkileşimler saklı kalmak üzere “korona sonrası” bireysel düzeyde en çok birey-devlet ilişkisini, çok boyutlu birey-sanal dünya ilişkisini (sosyal medyanın kullanımından, siyasal katılım ve mesafeli eylem biçimlerine kadar), güvenlik-özgürlük ikilemini (biyolojik pasaport ve sanal paralardan, vücuda çip yerleştirilmesine ve kişisel verilerin güvenliğine kadar), insani etkileşim-elektronik etkileşim karşılaştırmasını (günlük iletişimimizden, bilgisayarların, robotların hayatımızdaki yerine ve işlerin niteliği ve iş yapış biçimlerinin dönüşümüne kadar) tartışıyoruz.
Aslında salgın öncesinde de gündemde olan “insansızlık” üzerine kurmaya başladığımız dünyada “insana yer arıyoruz” bir bakıma… Ya da “insanı” nerelere koyacağımızı bilemiyoruz… İnsanın hızlıca parçası olmaktan çıkarak, dünyaya dijitalden bakmasını öğrenmesini, “aidiyet” hissinin gereğini yok sayarak “uyum” göstermesini sağlamaya çalışıyoruz. Bir taraftan da geleneksele dönüşün yollarını arıyoruz… Gıda güvenliği, güvenli tarım, şehirden köye tersine göç, kendi kaynaklarını yaratma, bireysel küçük çaplı iş kurulumları vs. diyoruz…
Ulusal düzeyde ise salgının kontrol altına alınması, olası ikinci, üçüncü dalgalarının önlenmesi ve salgının yaratacağı başta ekonomik olmak üzere her türlü olumsuz etkisinin mümkün olduğunca en az zararla bertaraf edilmesi konuları tartışma gündeminin ilk sıralarında yer alıyor. Yine salgın öncesinde başlayan ulus-devletlerin güçlenmesi, devlerin içe kapanması, milliyetçiliğin yükselmesi, korumacılığın artması, yönetimlerin otoriterleşmesi, liderler üzerinden siyasetin yaygınlaşması, ulus içi değerlerin ve başarıların öne çıkması, artan yabancı düşmanlığı, katı göç politikaları konularını bu kez “salgını” da dikkate alarak yeniden değerlendiriyoruz. Tehdit, güvenlik tanımlarını gözden geçirip, olası yeni oluşumlar, yeni girişimler, yeni araçlar konusunda fikir yürütüyoruz.
Küresel düzeydeki tartışma ise temel olarak küreselleşmenin mevcut durumu ve geleceği üzerinden devam ediyor. Yine küresel salgın öncesi başlayan küreselleşmenin ivme kaybı, evrensel değerlere güvenin yitirilmesi, küresel sistemin temel parametrelerinin sorgulanması, sınır tanımayan küresel sorunlar karşısında küresel işbirliği zafiyeti ve çoklu küreselleşme krizleri konuları hala gündemin baş sıralarında. Bu tartışmalara şimdi bir de “küresel virüsü” kim çıkardı, “virüs” laboratuvarda mı icat edildi, yarasalar ( ya da her neyse) üzerinden mi bulaştı, “çıkaran, sebep olan, yayılmasına göz yuman vs.” bedelini öder mi, ödemez mi konusu eklendi tabii… Naomi Klein’in 11 Eylül 2001 terör saldırılarından sonra kaleme aldığı Şok Doktrini-Felaket Kapitalizmin Yükselişi adlı kitabına yeniden bir göz atmanın tam zamanı gibi.
Bireysel, ulusal ve küresel düzeyde daha uzunca bir süre yukarıda bahsi geçen konular tartışılmaya devam edecek gibi görünüyor. Küresel salgını ne bireysel, ne ulusal ne de küresel düzeyde topyekûn bir dönüşüme neden olacak ciddi bir kırılma, milat olarak kabul etmek elimizdeki mevcut verilere göre mümkün değil.
Ancak tartışmaların içeriğinden de anlaşılacağı üzere küresel salgının zaten başlamış olan bir takım süreçleri biraz daha hızlandıracağı açık… Dolayısıyla kırılmayı, miladı “hız” ekseninde ele alarak “öncesi-sonrası” tartışmalarını değerlendirmek önemli… Görünen o ki “önce ve sonra” arasındaki mesafenin kısalma “hızı” küresel salgının etki ölçüm birimlerinden biri olacak, e biz de zaten- nereye doğru olursa olsun- içten içe hızlanmanın yollarını aramıyor muyduk?