Küresel salgının bizatihi kendisinin küresel boyutlu biyogüvenlik tartışmalarının baş aktörü olarak hayatımıza girdiği günden bu yana ilgili konuyu çok boyutlu olarak tekrar konuşmaya başladık ve uzunca bir süre daha da konuşacağız gibi görünüyor… Başına “biyo” gelen pek çok kavram küresel salgın sonrası değişen ve dönüşen güvenlik anlayışına katkı sağlamak üzere gündemin üst sıralarındaki yerini çoktan aldı… Aslında yeniden aldı desek daha doğru… Zira bu tür tartışmaların uzun bir tarihsel geçmişi var…
Biyoteknoloji, biyolojik silahlar, biyolojik suçlar, biyolojik savaş, biyoterör, biyosavunma, biyoetik gibi kavramlara küresel salgınla beraber daha sık rastlar olduk… Covid-19 nedir, ne değildir diyemeden o kadar hızlı küreye yayıldı ki… Önce uzun uzun virüsün doğduğu “biyoekolojik” çevreyle ilgili değerlendirmeler yaptık… İnsanın söz konusu çevreyle dinamik ilişkisindeki yanlışlarını sorguladık… Doğanın kendisine “hoyrat” davranan insanoğlundan öç aldığına ilişkin çıkarsamalarda bulunduk… Kendimizi suçladık, hatta bu tür bir “cezanın” hak edilmiş bir ceza olduğuna kanaat getirerek, tövbeler ettik… Doğadan özür diledik, doğayı koruma konusunda birbirimizi uyardık… Doğaya karşı duyarlılığımızı tekrar tekrar hatırlatan paylaşımlarımız oldu… Sokağa çıkma kısıtlamasında doğaya koşma arzumuz zirve yaptı… Doğayla ne kadar da kopuk yaşıyormuşuz onu anladık!
Ama bir yanımız da bunun “basit” bir virüs olduğuna asla inanmak istemedi… Evet, doğaya gerekli özeni göstermemiştik ama bu “virüs” farklıydı sanki hatta kurgulanmış bir laboratuvar ürünü bile olabilirdi… Birçok uzman, ülke lideri de benzer iddialarda bulunuyordu. Hatta virüsün adı çoktan “Çin virüsü” olmuş, Covid-19’u dünyaya yaydığı için “tazminata mahkûm edilmesi” beklentisiyle Çin’e dava bile açılmıştı…
Hal böyle olunca da ilgi alanımız birden insan, hayvan ve bitkilerde ölüm ve hasar meydan getirilmek üzere biyolojik olarak üretilen biyoaktif maddelere, patojen mikroorganizmalara kaydı ister istemez… Tarihin çok eski zamanlarından beri biyolojik ajanların (bakteriler, virüsler, mantarlar, sporlar, toksinler vs.) silah olarak kullanıldığı gerçeğini hatırladık… Nükleer, radyolojik, kimyasal silahlar gibi kitle imha silahlarından biri olarak kabul edilen biyolojik silahların “kitle imha” boyutunu derinden hisseder gibi olduk küresel boyutta Covid-19’a bağlı ölüm sayılarını duyduğumuzda…
Covid-19’un menşei ile ilgili kuşkular sardı hepimizi… Söylenenin, görünenin ötesine geçmeye çabaladık… Virüsün kime, hangi koşullarda, ne şekilde yarayacağı sorularını sıkça sorar olduk… Ülke liderlerinin söylem analizlerinden yola çıkarak ipuçlarına ulaşmaya çalıştık… Konuya hâkim olan olmayan, bilen bilmeyen hemen herkes yorum yaptı…”Failin” kim ve “neden o” olduğunu araştırmak bireysel düzeyde bile temel amaçlarımızdan biri haline gelmiş gibiydi… Hemen hemen hepimiz en az bir kere bu “onun”, “bunun” işidir, “şu”, “bu yüzden” yapmıştır tartışmasının içinde bulduk kendimizi…
Bugün Covid-19’un biyolojik bir savaşın parçası olup, olmadığını hala tartışıyoruz… Koronavirüsün biyolojik bir saldırı aracı olup olmadığı pek çok ülke tarafından da araştırılmaya devam ediyor… Yapay olduğundan yüzde yüz emin olunduğuna ilişkin olanlardan, olmadığının kanıtlandığını bildirenlere kadar uzanan geniş bir yelpazede açıklamalar kol geziyor… Devamında da işte biyogüvenlik, biyosavunma, biyoterörizm, agro terörizm (tarım terörü) kavramları gündeme geliyor…
Modern teknolojinin insan sağlığı ve çevreye zarar vermeden uygulanabilmesi için alınacak önlemler üzerine kafa yoruluyor… Biyogüvenliğin sağlanması amacıyla askeri kaynaklar da dâhil birçok aracın kullanımını içeren biyosavunma yöntemleri geliştirilmesiyle ilgili çalışmalar yapılıyor… Biyolojik ajanların terör amaçlı kullanımının etki ve sonuçları tartışılıyor… Tam da gıda güvenliğinin böylesine önemli olduğu bir ortamda agroterörizm (bazı böceklerin tarıma yönelik biyolojik silah olarak kullanılması vs.) meselesi gündeme geliyor… İlgili alanlarda risk tanımı, analizi, değerlendirmesi, yönetimi ve iletişimi üzerine stratejiler geliştiriliyor…
Biyogüvenliğin “sağlık” (insan, hayvan ve bitki sağlığı, çevrenin kontaminasyonu vs.), “çevre” (çevresel etki yönetimi, ekolojik sistemler, flora-fauna, endemik türler vs.), “ticari” (kalkınma, ekonomik etmenler, güvenli ticaret vs.) ve “güvenlik” (biyolojik güvenlik, ekonomik ve sosyopolitik güvenlik, kültürel kimlik ve bütünlük, ulusal miras, doğal afete hazırlık vs.) bileşenlerini net bir şekilde ortaya koyuyor BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)…Dünya Sağlık Örgütü (WTO) de benzer çalışmalar yapıyor… Daha nice uluslararası ve ulusal örgüt ve oluşum çalışıyor aslında konuyla ilgili…
Biyogüvenliğin hem ulusal, hem de küresel boyutu var… Çok geniş çaplı, çok boyutlu, birbiriyle ilintili ve yüksek sayıda tehdit içeriyor… Yeni ortaya çıkan bulaşıcı hastalar, zoonozlar (Kırım- Kongo Kanamalı Ateşi gibi) da, biyolojik kaynakların korunmaması, biyoteknolojinin suiistimal edilmesi, biyolojik silahlarla gerçekleştirilebilecek saldırılar, biyoterörizm de sürece dâhil… Biyolojik çeşitliliğin korunması, genetik olarak değiştirilmiş organizmalar da işin içinde… BM Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’ne ek bir protokol olarak hazırlanan ve 2003’de yürürlüğe giren Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nü biliyoruz…
Yukarıda bahsi geçen her bir husus ulusal ve küresel güvenlik açısından mutlaka ele alınması zorunlu konular olduğu gibi, birçok alan birbiriyle doğrudan da ilintili… Disiplinler üstü ele alınması gerekiyor… Hemen her alandan uzmanların birlikte ele alması gereken bir durum… Üstelik insanlar, hayvanlar ve bitkileri ayrı düşünmek de mümkün değil… “Ekolojik döngüyü” hepimiz biliyoruz… Tehdidin doğrudan insanı hedef almasına gerek yok yani! Doğruluğu tartışılsın, tartışılmasın burada arılarla ilgili Einstein’a atfedilen söz üzerine bir kez düşünmek bile yeter bence!
Biz bu konuları daha çok tartışacağız… Küresel salgına sebep olan virüsün bir biyolojik silah olarak üretilip, üretilmediğini ispatlamak kolay olmayacak… Nitekim bu silahın en büyük avantajlarından birinin de işte bu iz bırakmama ve sorumlu, fail ve zarar verenin kolayca tespit edilememe hali olduğu hep konuşulur… Koronavirüs biyolojik silahsa amaçlanan “panik” üstelik küresel düzeyde oluşmuş, virüs hızla ve geniş kitlelere yayılmış, sağlık başta olmak üzere ekonomik, siyasal, sosyal etkileri büyük boyutlara ulaşmış ve dayanıklılığı da test edilmiştir… Üretim ve yayılım maliyetinin de çok yüksek olmadığı ortada…
Koronavirüs bir biyolojik silah değilse o zaman bambaşka bir durumla karşı karşıyayız demektir… Olası bir biyolojik saldırıya karşı küresel olarak tüm zafiyetlerimiz, kırılganlıklarımız ortaya çıkmış durumda… Şimdi küresel salgın sonrası biyolojik silahların kullanıldığı terör saldırılarının artabileceğine yönelik uyarılar yapılıyor… Biyolojik silah üretmek isteyen ve üretme kapasitesine sahip ülkelerin sayısının arttığı konuşuluyor… Gerçi biyolojik silahların kullanımını engelleyen birtakım uluslararası sözleşmeler var ama uygulamada söz konusu silahların kullanımını engelleyecek mekanizmaların olduğunu söylemek zor… Üstelik genetik mühendisliğindeki gelişmelerle birlikte her geçen gün biyolojik ajanların öldürücülüğü artmakta, yasal ve yasal olmayan kullanım alanlarını ayırt etmenin zor olduğu ortamlarda ulusal ve uluslararası kontrollerden etkilenmeden üretilebilmekte ve kullanılabilmekteler…
Güvenlik ve savunma politikalarına etki yanında küresel silahlanma yarışının geleceği de küresel salgın bağlamında yeniden tartışılmaya açıldı… Savaşların içeriğinin ve yöntemlerinin değişme olasılığı… Yeni savaş biçimleri… Yeni savaş biçimlerine uygun kapasite artırımı… Konvansiyonel olan, olmayan savunma yatırımları… Küresel silahlanma yarışının biyolojik saldırıları da kapsayacak şekilde devam etmesi… Biyolojik saldırılara karşı hazırlıklı olma… Savunma bütçesini yeni koşullara göre revize etme… Önleyici ve caydırıcı tedbirler alma, mekanizmalar oluşturma… Virüslerle diplomatik yolla ve masada anlaşma şansımızın olmadığını bilme… Dolayısıyla virüsle hiç karşı karşıya gelmemek için “ön alma” zorunluluğunu hissetme…
Görünen o ki, “insanı” merkeze alan güvenlik anlayışının hâkimiyetine zorlandığımız bir dönemi yaşıyoruz… Bir taraftan da küresel salgın öncesi zaten hissedilen, ancak salgınla birlikte daha da derinleşen belirsizliğin, öngörülmezliğin yarattığı tedirginlikler eski alışkanlıklarımıza, anlayışlarımıza, sıkı sıkı sarılmaya itiyor bizi… İkisi arasındaki araf “yeni altın dengemiz” olacak gibi!