Son zamanlarda belli bir esneklik olsa da küresel salgın dolayısıyla zamanımızın çoğunu evlerde geçirmeye devam ediyoruz. Her geçen gün sabrımızın daha da zorlandığını, bunaldığımızı, sıkıldığımızı daha fazla hisseder ve yüksek sesle daha fazla dile getirir olduk. Yalnız kalmaktan, tek başına olmaktan, yüz yüze iletişim yoksunluğundan, sevdiklerimize sarılamamaktan, sokağa rahatça çıkamamaktan, günlük rutinlerimizi gerçekleştirememekten yakınıyor ve bir an önce salgın öncesi yaşamlarımıza dönmenin özlemiyle yanıp tutuşuyoruz.
Şimdi soruyorum? Biz yaklaşık son üç aydır gerçekten yalnız ya da tek başına kalabildik mi? Yalnız ve tek başına bırakıldık mı? Yalnız ve tek başına bıraktık mı? Cevap net hayır…Peki yanımızda – çok yakın çevremiz ve aile bireyleri dışında-ne vardı? Teknoloji… Çoğumuza bu süreçte büyük ölçüde “teknoloji” eşlik etti, yalnızlığımıza “teknoloji” ortak oldu… Ya ondan da yoksun kalsaydık, nasıl bir üç ay olurdu acaba bizim için?
Peki bu dönemde biz teknolojiyi işimizin gerektirdiği zaruri haller dışında nasıl kullandık? Bu döneme kaç telefon konuşması, kaç zoom görüşmesi, kaç mesaj teatisi, kaç sosyal medya paylaşımı, kaç youtube görüntülemesi, mevcut film, dizi ve eğlence platformlarından izlenen kaç film, kaç dizi, kaç küresel salgının etkilerini de dikkate alarak modifiye edilmiş reklam maruziyeti sığdırdık mesela… Ya sonuç…
Daha kısıtlı bir mekânda üstelik de kendimizi yalnız, tek başına kaldı zannederken, “normal bildiğimizin” araçlarıyla daha da yakından ve derinden hemhal olduk aslında… Buradan “yeni” bir yere varabilmiş gibi gözüküyor muyuz? Pek değil… Söylemlerimizden, hayallerimize benzer eğilimleri tekrar etmeye devam ediyor muyuz? Evet… Çoğumuz karavanlara, sahil kasabalarına yöneldik bir anda… Aynı yaşam biçimlerimizi, yine aynı şekilde, aynı kafa yapısıyla başka bir alana taşıyarak farklılaşmayı umarak… Yani aslında bizim düşünmemize, hayal kurmamıza bile gerek kalmadan hazır sunulmaya çoktan başlanıldı bile geleceğimiz biz evlerde virüs kaygısı yaşarken…
Birden “hayalinizdeki karantina evleri” diye tanıtımlar dolaşmaya başladı ortada… Daha kimse ne olup bittiğini bile anlamamıştı, ne hayalinden bahsediliyordu? Mevcut koşullara uygun her şey önümüzü düştü bir anda, daha önce kullandığımız, yediğimiz, içtiğimiz ne çok şey “bağışıklığımızı güçlendiriyormuş” ya da “bağışıklığımızı bozduğu” için şimdi artık “onu, bunu kullanmalıymışız” da farkında bile değilmişiz örneğin.
İhtiyaçların anlık olarak giderilmesi konusunda ne kadar çok kişi kafa yoruyormuş… Aklıma bir konunun konuşulmaya başlandığının hemen ertesinde söz konusu konuya ilişkin onlarca kitabın bir anda raflarda yerini almasını getirdi tüm bu olanlar… Hayal kurmamıza, araştırmamıza, düşünmemize, analiz etmemize hiç gerek kalmadan hazır sunulmuş, kurgulanmış bir hayat… Biz de zaten hayal kurmak için fazla meşgulüz… Hayal kurma işini de başkaları yapıversin… Çoğumuzun bu kadar aynı şeyleri aynı anda yapıyor olması ürkütücü değil mi, yoksa aklın yolu birdir deyip geçmeli miyiz? Kendimizi akışa teslim etmeyi böyle mi anlıyoruz, sadece ve sadece “tüketici” pozisyonlarımızla mutlu olup, hayallerimizin, arzularımızın ve ihtiyaçlarımızın sermaye olarak kullanılmasına gidişattan hiç tedirgin olmadan göz mü yumuyoruz?
Peki ya benzer şeyleri isteyen genelden ayrılıp, kendimizi özel hissetmek istersek? Büyük ölçüde aynılaşan dünyada, kendimizi özel hissetme ihtiyacımızı nasıl karşılayacağız? Onun da kolayı var! Hiper bireysel çözümler… Chris Anderson’un The Long Tail: Why the Future of Business is Selling Less of More adlı kitabına bir bakın derim. GAFAM (Google, Apple, Facebook, Amazon, Microsoft) gerçeğini de göz ardı etmeden… Hayatımızı yönlendiren aplikasyonlar, tıklanabilir markalar, “hep yeni” projeleri, arabası olmayan Uber, stok tutmayan Ali Baba vs. ile sembolleşen mülksüzleşmenin yeni değer olarak sunulması, müşteri odaklı süreç tanımları vs.…
Artık uygun bir aplikasyonla hayatımızın hemen her yanı takip edilebilir, değerlendirilebilir durumda… Günde kaç adım attığımızdan, harcadığımız kaloriye, ilgi alanlarımızdan, kişisel harcamalarımıza, medya takibimizden, arama motorlarındaki gezintilerimize kadar hepsinin dijital izleri takip edilerek bize özel mükemmel reçeteler oluşturulabiliyor… Hepimiz mükemmel olmalıyız… Hepimiz her şeyin en iyisini hak ediyoruz… Hepimiz biriciğiz… Tabiat dâhil her şeyin efendisiyiz… Vakit kaybına da zerre tahammülümüz yok… Varsın kişisel verilerimiz, dijital izlerimiz şirketler tarafından istenildiği biçimde kullanılsın, yeter ki kusursuz “makinalar” bize her bakımdan en iyi öneriyi yapsın ve uygulasın! Bu durumdan tüketicilerin son derece memnun olduğunu gösteren araştırmalar da var üstelik… Kişiselleştirilmeyi aştık artık, hiper- bireysellik kol geziyor…
Hiper bireyler olmayı seviyoruz… Anlamı kendimizde aramaya başlıyoruz… Etrafımızda olan her şeye anlamını bizim yüklediğimize inanıyoruz/inandırılıyoruz… Bir taraftan narsist tarafımız tatmin edilirken, diğer taraftan birbirimize yabancılaşıp, teknoloji ile harmanlanmış sosyallikle yalnızlıklarımızı gideriyoruz… Giderek teknoloji birbirimizden daha anlamlı gelmeye başlıyor çoğumuza…
O halde şimdi bu yazının başlangıcında sözü edilen küresel salgın sebebiyle evde kalmaktan kaynaklı yakındığımız durumlar konusunda ne kadar samimi olabiliriz? Eğer haz peşinde koşuyorsak ve elde ettiğimiz anda o her neyse değerini hızla yitiriyorsa biz yine başladığımız noktada, eğer arzularımız ve duygularımız gelip geçici ise biz zaten ebedi bir kısır döngünün içinde değil miyiz? Şimdi sokağa çıkmaya çalışıyoruz, çıkınca yine sızlanmaya başlayacağız! Kendi kendimize “dur demenin bir yolu” var mı? Tüm bu süreçlere “insan doğası” nasıl bir işbirlikçi olarak katılıyor acaba?
Peki siz “insan doğasını” çok genelleştirilmiş haliyle Hobbes vs. gibi “doğuştan ve şimdi kötü”, Rousseau vs. gibi “doğuştan iyi ve eşit, sonradan kötü ve eşit olmayan” veya Sartre, Camus vs. gibi “önceden tasarlanmış olmayan, insanın var olduktan sonra kendisinin belirlediği” bir şey olarak mı görüyorsunuz? Bu farklı bakış açılarına göre insan doğasının “işbirlikçilik hali” değişir mi?
Hayatımızdaki hiçbir şeyin varlığını ve önemini yadsımadan altın dengeyi kurmak asıl mesele. Sahip olduğumuz yetilerin farkında olarak, sağduyulu bir şekilde hayatımızın kontrolünü topyekûn teslim etmemek…
Hazır hala evlerimizdeyken ve tüm bunları tartışmaya açmışken özgün hayal kurmak için kendimize bir şans tanısak! Önce bir Albert Camus’un Veba’sını yeni bir ruh haliyle okuyup, “kendi içimizdeki” ya da “kendimizin virüs haliyle” bir yüzleşsek, sonra Miguel de Cervantes Saavedra’nın Don Kişot’unu, üstüne de Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prensi’ni tekrar tekrar okusak yeniden hayallerimize sahip çıkmak için harekete geçer miyiz?
Hayallerimize sahip çıkmak, onlara vekil veya aracı kılmamak o kadar zor mu? İmkânsızı hayal etmek, imkânsıza koşmak o kadar anlamsız mı? Yıldızlara ulaşmayı hayal etseniz fena mı olur? Üstelik yıldızlara ulaşmak mümkün olmasa da bunu hayal etmekten sizi yıldızlar bile alıkoyabilir mi? Yıldızlara ulaşma hayali yıldızların aksine kendimize ulaşmanın en kısa yoludur belki! Kim bilir!