Küresel salgın, hem bireysel, hem ulusal, hem de uluslararası gündemi şekillendirmeye devam ediyor ve her düzeyde farklı iç hesaplaşmaların, durum değerlendirmelerinin ve gelecekle ilgili öngörülerin yapılmasına neden oluyor.
Bu noktaya neden ve nasıl gelindiği, virüsle mücadele sürecinin ne zaman ve nasıl biteceği ve sonrası süreçte nasıl bir değişim ve dönüşümün beklendiği sorularına henüz net yanıtlar verilebilmiş değil.
Bu noktaya neden ve nasıl gelindiği hakkında insanoğlunun kendine soracağı çok soru, kendinle göreceği çok hesabı var! Eğer bir yanlış varsa ortada peki bunun faili kim?
Bizi sürekli çeşitli şekillerde kışkırtarak daha çok, daha hızlı tüketmeye, hazlarımızın peşinden daha fazla koşmaya vs. programlamış olan sistem mi, bu sistemin sunduklarını başarı, tatmin, zafer vs. olarak kabul eden ve hedonizmin gönüllü tutsakları olarak tüm bunların bedelini bir gün mutlaka ödemek zorunda olduğumuzun ayırdına varamayan bizler mi?
“An”-ı yaşamayı yanlış mı anladık, fazla mı abarttık, geleceğimizi düşünmekten mi korktuk, geleceksizliğimizle yüzleşmek mi istemedik? Bize dayatılan, aslında duymaktan son derece keyif de aldığımız, “sen biriciksin”, “sen eşsizsin”, “her şeyden önce sen gelmelisin”, “senden önemlisi yok” düşünce kalıplarını bitip tükenmek bilmeyen isteklerimizle birleştirerek bizden başkasına yaşam hakkı tanımamak için bahaneler olarak mı gördük? Kendimizdeki doğa ve diğer canlılar dâhil her şeye sahip olma arzusunu o kadar meşrulaştırdık ki, isteklerimizin ve yaptıklarımızın ölçüsüzlüğünü mü fark edemedik? Her şey belli bir kısır döngüde o kadar hızlı akıyordu ve bunu yaptıklarımızın bahanesi olarak görmek işimizi o kadar kolaylaştırıyor ki, durup etrafa bakmayı mı akıl edemedik?
Aslında epey zamandan beri bilim insanları son yarım milyar yılda dünyada biyolojik çeşitliliğin ani ve önemli ölçüde azaldığı beş kitlesel yok oluş yaşandığından, hâlihazırda da insan eliyle altıncı yok oluşun deneyimlendiğinden ve bu süreçte insanın kendi yarattığı yok oluşun kurbanı olabileceğinden bahsetmiyorlar mıydı?
Geldiğimiz noktada göremediğimiz bir virüsün tüm sistemimizi nasıl da altüst edebildiğini deneyimliyoruz. Bundan kısa bir süre önce büyük önem atfederek konuştuğumuz yapay zekâ, artırılmış gerçeklik, makine öğrenimi, nesnelerin interneti gibi teknolojik gelişmeler dâhil hiçbir şey ne bugünkü yaşadığımız soruna doğrudan çare olabiliyor, ne de geleceği öngörmemize yardım edebiliyor. İnsanoğlu en basit haliyle hayatta kalma çabası noktasında mücadelesine devam ediyor.
Bugün hayatta kalmaya çabalarken, yaptığımız bir başka şey daha var. Çoğumuz daha önce hiç bu konularla ilgilenmemiş dâhi olsa, “bir büyük değişimden, öğrenme sürecinden, arınma ve farkındalık şansından, kendi içine dönmekten, birbirimizin içindeki özü görmekten, duygudaşlık yapabilmekten ve “ben” yerine “biz” olabilmekten” bahsetmeye başladı. Yaşadığımız tedirginlik, endişe ve korku da süreci tetikleyerek bizi bundan sonra daha “iyi” insan olma sözü vermeye zorluyor.
Peki ya sonra? Korkunun yerini umut almaya başlayınca ne olacak? Bugün can havliyle sarıldığımız bu kavramlar, bu gelip geçici kanaatkârlık halleri, doğadan özür dilemeler vs. hızla yerini yine sonsuz isteklerimize, hırslarımıza, ihtiraslarımıza bırakmayacak mı?
Bugün en çok neyi merak ediyoruz? Normal yaşam rutinimize ne zaman geri dönebileceğimizi! En çok neyi konuşuyoruz? Bundan sonra daha çok seyahat edeceğimizi, daha çok tüketeceğimizi, daha çok harcayacağımızı, hayatın tadını daha çok çıkaracağımızı!
Günümüz olağanüstü koşullarında bile, bir taraftan bilgece “hiçlik” mesajları verirken, diğer taraftan hâlâ varlığımızı kanıtlama peşinde şaşırtıcı derecede yaratıcı fikirler ortaya koyan yine bizler değil miyiz? “Bir daha mümkün değil” ibaresi olmadan herhangi bir cümleye başlamadığı halde, tutkuyla, sabırsızlıkla eski günlerine dönmeyi bekleyen bizler!
Bugüne kadar dünya tarihi ve kişisel tarihlerimiz “bir daha mümkün değil” sözlerinin tutulmadığı kim bilir kaç olayın şahidi. Virüse yakalanma korkusuyla vücuduna “çip” takılmasını düşünebilecek kadar kendinden, özgürlüğünden, mahremiyetinden feragat etmeye razı, hayatta kalma uğruna her şeyini feda etmeye, her şeyden vazgeçmeye hazır bizler varken mevcut koşullar altında hem bireysel, hem küresel düzeyde yine o “verilen sözü tutamama” anlarından birini yaşayacağımızı varsaymak mümkün mü?
Umarım haklı çıkmayız ve beklenen kırılma esas bu noktada gerçekleşir!