Küresel salgının başladığı günlerde “görünmeyen” bir virüsün ırk, dil, din, cinsiyet, yaş, makam, statü, şöhret, refah düzeyi gözetmeksizin her birimizi aynı ölçüde hedef alıyor ve tehdit ediyor olabilmesi algılarımızı değiştirmişti. Medya organlarında yer alan toplum tarafından tanınan kişilerin, sanatçıların ya da siyasetçilerin virüse yakalandığına dair haber ve fotoğrafları, küresel düzeyde yaşanan benzer duygu durumları, gösterilen davranışsal tepkiler dünyada hiçbir ülkenin veya kişinin virüse karşı bağışık olmadığının altını defalarca çiziyor, hepimizin aslında aynı gemide olduğunu tekrar tekrar hatırlatacak mesajlar veriyordu.
Küresel salgın bir nevi insanlığı doğanın diğer canlıları karşısında topyekûn “ötekileştirmiş”, insanoğlunun çok uzun yıllardır yaptığını bu kez ona karşı -küresel salgın yoluyla -doğanın diğer canlıları yapıyor gibiydi… Görünmez bir el insanlığa dur demeyi ve aklını başına getirmeyi başarmış, insan-doğa, insan-insan, insan-toplum, insan-devlet, insan-küre ilişkisini yeniden tanımlamış ve daha uzlaşmacı, daha toleranslı, daha işbirlikçi, daha dayanışmacı, daha esnek, daha saygılı bir zemine taşımış gibi görünüyordu…
Ancak çok geçmeden salgınla mücadele tedbirleri kapsamında bireysel, toplumsal ve coğrafi damgalanma, yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve daha birçok ayrımcılık türleri hızla gündemimize hâkim olmaya başladı… Yani insanoğlunu topyekûn “ötekileştirmiş” gibi görünen küresel salgın, aslında saldığı korku, yarattığı endişe ve kaygıyla insanlığın birine karşı çoktan beridir yaptığı “ötekileştirmeyi” daha da derinlikli hale getirmiş, farkında olarak, ya da olmayarak yeni bir gölge salgına sebep olmuştu…
Küresel salgın ve yarattığı siyasal, ekonomik, sosyal etkileri de toplumun farklı kesimlerini farklı şekilde etkiliyor, mevcut eşitsizlikleri daha da görünür kılıyordu… Üstelik küresel salgına ilişkin gerçek dışı, gerçeğin çarpıtıldığı, hatta gerçekçi dahi olmayan bilgilerin başta sosyal medya olmak üzere farklı yollarla yayılması ve üretilen komplo teorileri süreci daha da karmaşık hale getiriyordu… Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün de “infodemi” olarak adlandırdığı bu durum dikkat çekici ölçüde “düşmanı” “virüsün kendisinden” başka yerde aratma çabası içeriyordu…
Hal böyle olunca günümüzde yaşanan küresel salgın da -tarihte yaşanan diğer pek çok salgında olduğu gibi- kendi “sorumlularını” hızlıca tespit etmiş, zaman zaman “nefret söylemi” olarak bile nitelendirebilecek şekilde olumsuz anlam taşıyan bir dille, “görünmediği” için yeterince anlaşılamayan virüsü, gözle görünür bir forma sokmuş, salgın dolayısıyla oluşabilecek tepkilerin yansıtabileceği ya da salgının kontrolünde yaşanabilecek yetersizliklerin üstünü örtebilecek bir araç haline getirmişti…
Oysa DSÖ’nün küresel salgınla ilgili “tarafsız” bir dil kullanılması konusundaki çabası hastalığın adının Covid 19 (Co=Corona, Vi=Virüs, D=Disease-Hastalık, 19=Salgının ortaya çıktığı 2019 yılı) olarak tüm dünyada yeknesak hale getirilmesi şeklinde sembolleşmiş, bu yolla virüsün herhangi bir bölge ya da toplumla ilişkilendirilmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştı… Ancak görünen o ki tüm bu çabalar gerçek hayatta ya da değişik uygulama örneklerinde yeterince dikkate alınmadı… Ya da hastalığı tanımlamak için ortak bir dil ya da kavram kullansak da, asıl önemli olanın “niyetler”, “amaçlar”, “hedefler” olduğunu bir kez daha hatırladık…
Evet virüs hayatlarımıza yeni girdi… Hakkında çok az şey biliyoruz… Tedavisi henüz yok… Varlığı ölüm korkumuz başta olmak üzere pek çok korkumuzu tetikliyor… Sürekli “virüse” karşı dikkatli olmamız konusunda uyarılıyoruz… Alınacak tedbirlerin çoğu birbirimiz arasına fiziksel mesafe koymamızı gerektiriyor… Kullandığımız maskeler ve fiziksel mesafe dolayısıyla konuşurken mimiklerimizi göremiyoruz… Hatta karşılaştığımızda birbirimizi tanımamız bile zorlaştı… Doğrudan tehdit olsun, olmasın ister istemez virüs bulaştırabilecek kişilere ve durumlara karşı doğal bir “kaçınma hali” içindeyiz…
Birbirimizi potansiyel “virüs kaynağı” olarak görerek tedbir almak “yeni normalin” en önemli unsuru haline geldi… Bu durumu eleştirmek, yargılamak mümkün mü hayır… Bugünkü öncelikli hedefimiz bireysel varlığımızı sürdürmek, hayatta kalma mücadelemizi kazanmak… Bu uğurda da amacımıza ulaşmak için yapamayacağımız ya da feda etmeyeceğimiz şey yok gibi görünüyor…
Bir yerlerden başlamak, hayata tutunmak, yaşam amacı oluşturmak ve “yel değirmenleriyle savaşmak” yerine görünür hedeflere yönelmek istiyoruz… Yaşadıklarımız bir taraftan “dayanışmanın” zorunluluğunu hatırlatırken, bir taraftan da yalnızlığımızı, ben-merkezciliğimizi, güvensizliğimizi, hayatta kalma, rekabet ve uyum kapasitemizi artırma arzumuzu tetikliyor… Bu gibi durumlarda elimizi güçlendiren, hareket alanımızı genişleten meşru gerekçelerimiz de oluyor üstelik ve bu durum sadece bizler için de geçerli değil elbet… Devletler açısından da durum çok farklı değil…
Tüm bunlar da bizi bugün virüsün kendisinden daha çok tartıştığımız damgalanma, ayrımcılık, ırkçılık gibi konuları öncelikli olarak ele almaya itiyor… Zira virüs bir noktada bizleri terk etse de, sebep olduğu bu yönlü etkiler “zaten çoktan hazır” zeminde derinleşerek varlığını sürdürmeye, kullanılmaya, meşru araçlar olarak görülmeye devam ediyor…
Şimdi bir düşünelim Covid 19’un sebep olduğu damgalamaları…
Öncelikle virüsün yayılma bölgesinin Çin olması, ilk tedbirlerin Çin’e karşı alınması ve yeme alışkanlıkları dolayısıyla Çinli ve Doğu Asya kökenliler… ABD Başkanı Trump’ın bile Covid-19’u defalarca “Çin virüsü” olarak nitelemesi ve daha benzeri nice nitelemeleri kullanan yönetici erk… Sterotiplerin oluşturulması… Sonra salgından etkilenen bölgelere seyahat edenler… Covid 19 hastaları, hastalıkla veya hastayla doğrudan ya da dolaylı teması olanlar, hasta yakınları ve hastaları tedavi eden sağlık personeli…
Farklı ülke ve farklı toplumlarda Covid 19 sebebiyle ayrıştırılan kesimler (yaş almışlar, gençler, siyahiler, erkekler vs.)…Takip eden dedikodular, sözlü ve fiziksel şiddet, ayrımcılık, etiketleme, toplumdan dışlanma, izole edilme ve hizmetten yoksun bırakma durumları… Nitekim son üç aydır dünya genelinde ne kadar çok örnekle karşılaştık bu yönde… Damgalanma beklentisi bile kaç kişiyi etkiledi acaba bu süreçte? Kaç kişi hasta olduğu halde damgalanma endişesiyle test ve tedaviye başvurmaktan kaçındı? Covid 19’a yakalanan, tedavi görüp atlatan kaç kişi hastalığa yakalanmış olmaktan suçluluk duydu, kendini kötü hissetti, hasta etiketini taşımaktan yoruldu? Bu soruları damgalanmaya maruz kalan her birey, hatta doğrudan devlet olarak Çin’in ve Çinli yetkililerin, BM içinde özerk ve uzman bir kuruluş olarak DSÖ’nün kendilerine özgü durumlarına ilişkin detaylarla çoğaltmak da mümkün…
ABD ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde yaşanan ırkçılık ve ırkçılık karşıtı olayları, önümüzdeki ABD seçimleriyle sembolleşen küresel salgının iç politika malzemesi olarak araçsallaştırılması ya da araçsallaştırılmasının önlenmesi gibi konuları, dünyanın hemen her yerinde görülen şiddet ve çatışmaların hızla yeniden dünya gündeminin ön sıralarına çıkması vs. durumlarından bahsetmiyorum bile… Hatta Foucault’un biyopolitika tartışmalarından da…
Hep diyorduk da bu kadar çabuk anlamayı ve örneklendirmeyi bekliyor muyduk bilmiyorum… Küresel salgın birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu göstermişti hani, virüse karşı ortak “savunmasızlık” halimiz bize virüse karşı dayanışmanın kapılarını sonsuza kadar açmıştı… Ne çabuk virüsü bırakıp birbirimize döndük yine… Geçen üç ay gelip, geçici bir rahatlama ve zaman kazanma hali, bir mola mıydı? Boşuna mı dışarıdaki virüsten içimizdeki virüsten daha fazla korktuk?