Aralık ayının sonunda Çin’in Wuhan şehrinde ortaya çıkan COVID-19, ya da koronavirüs, ilerleyen süre içerisinde tüm dünyayı saran bir salgın haline geldi. Yayılma şeklinin kolay olması, kuluçka süresinin 14 güne kadar uzayabilmesi ve ortaya çıkan semptomların mevsimsel gribe benzemesi nedeniyle söz konusu virus, ciddi bir tehlike olarak tüm dünyayı alarma geçirdi ve çeşitli önlemler almaya itti.
Çin’den sonra neredeyse tüm dünyayı sarsan virüs, zaman içerisinde merkezini doğudan batıya; Avrupa’ya kaydırdı. Dünya ile beraber tüm Avrupa ülkelerini de saran ve ilerleyişi durdurulamayan koronavirüse karşı Avrupa Birliği’nin ortak bir karar alamaması ve etkisiz kalması, birliğin bu sınavda başarısızlığa doğru gidişini ayyuka çıkardı. Diğer taraftan salgının hemen öncesinde yaşanan göçmen krizi, Avrupa Birliği’nin üzerine inşa edildiği değerlerle paralellik göstermeyen bir süreçte ilerledi. Göçmenlerin Avrupa’ya geçişinin durdurulmasının arkasında, birliğin görüşünden ziyade yine ulus-devletlerin kendilerini koruma içgüdüsü yatmaktaydı. Her iki olayda da Avrupa’nın birlik kurma sürecinde temel kaynağı olduğu öne sürülen ve araçsallığı ölçüsünde ihraç edilen “Avrupalı değerler”, tam anlamıyla sınıfta kaldı. Gidişatının nihai aşamasında tek bir Avrupa devleti şekline bürünmesi öngörülen birlik, önce göçmen kriziyle, ardından doğal bir küresel salgın karşısında, neredeyse her kriz anında kendisine sarılınan ulus-devlete yenik düştü. Sınırlar kapandı, çözüm önerileri ve önlemler tam bir tutarsızlık içerisinde kırk farklı parçaya bölündü. Böyle bir durumda “tek Avrupa” ideali, fikirsel anlamda sekteye uğradı.
Diğer taraftan önü alınamaz ve bir anlamda “doğal bir hal” olarak tanımlanan “küreselleşme” kavramı da, küresel virüs ile birlikte yeniden sorgulanabilir, en azından yeniden yorumlanabilir hale geldi. Tıpkı adem-i merkeziyetçi yapıdaki Ortaçağ Avrupası’nda var olan yerel unsurlar gibi, tüm devletler söz konusu virüs akını karşısında küreselleşme denilen merkezden mümkün olduğunca uzaklaşarak –en azından önlemler ve kararlar anlamında- kendi kendine yeten kaleler olma eğilimine girmeye başladı. Bu içe kapanma ile beraber, devletlerarası ilişkilerin temel taşı ve taşıyıcısı olan ekonomik ilişkilerin de daralmaya gitmesi, küreselleşme olgusunun “karşı konulamazlık” mitini yıkacak gibi bir algı oluşturdu. Yeteri kadar etkili bir tehdit karşısında uluslararası sistemin içine düştüğü durum, aslında sistemin o kadar da yıkılamaz olmadığını gözler önüne serdi. Gerektiği yerde, aktörlerin sistemin dışında kalabildiği; böylece yine ve yeniden, ulus-devletin önünde bir sistem ve aktör olmadığı ortaya çıkmış oldu.
Son yüzyılda görüldüğü üzere, her kriz anında ulus-devlete teveccüh edilerek, ulus-devletin topluma sağladığı moral motivasyon kurtarıcı olarak karşılandı. Diğer taraftan otoritenin kullanılabilirliğinin önünü açan bir yapı ortaya koyması, ulus-devletin başka bir getirisi olarak bu rolü oynamasında etkili oldu. Toplumun, kriz anlarında öncelikli güvenlik konularını garanti altına almak adına diğer bazı haklarını devlete devretmeye hevesli –veya bazı durumlarda çaresizce ikna- olması ve milliyetçiliğin neredeyse her kriz anında toplumda yeşermeye başlaması, sistemin en önemli taşıyıcısı olan küresel ekonomik döngünün de işlerliğinin azalmasıyla beraber, ulus-devletin hala sistemin yegane başrolü olduğunu gösterdi. Kimliklerin hala milliyetçilik üzerinden şekillendiği ve bu nedenle ulus-üstü yapıların yetersiz kaldığı, ortaya çıkan salgında alınan devlet merkezli kararlarla ispatlanmış oldu. Her ne kadar sistemin dışına itilmiş olsa da İran’ın içinde kaldığı durum ve diğer taraftan daha vahim olarak, Avrupa’nın ortasında ve “tek Avrupa”nın motivasyon kaynağı olan Roma İmparatorluğu’nun coğrafi varislerinden en önemlisi olan İtalya’nın, salgın sürecinde kendi kaderiyle başbaşa kalması, bu devletlerin uluslararası alanda gösterdiği tepkileri haklı çıkarır nitelikteydi.
Tüm bu gelişmeler göstermektedir ki, ne AB gibi bir bütünleşme, ne de liberal küresel sistem, bu denli büyük bir krizle baş edememiştir. Bu durum da devletleri, ulus-devlet yapısına daha da sıkı sarılmaya itmiştir. Dolayısıyla anlaşılan o ki, önümüzdeki süreçte ulus-devleti sistem içerisinde daha güçlü ve etkin bir şekilde göreceğiz. Nitekim hala, yeryüzünde onunla kıyaslanabilecek hiçbir güç yok.