Türk dış politikasına genel hatlarıyla bakıldığı zaman 1964 Johnson mektubu sonrasında dönüşümün başladığını görürüz. Türkiye, Sovyet tehdidi nedeniyle NATO yanlısı tek taraflı bir yaklaşımı benimsemişti. Johnson mektubu denge arayışları ve statükocu tavrını değiştirme sürecini başlatmıştır. Turgut Özal’ın başbakanlığıyla bu süreç yeni bir perspektif kazanmış ve kamu diplomasisinin temelleri atılmıştır. Bu dönemde kurulan kurumlar(TİKA, gibi) ve dahil olunan örgütlerle somutlaşmaya başlamıştır. Özal dönemiyle başlatılan bu yaklaşım istikrarsızlık ve iç bunalımlar nedeniyle belirli bir süre kesintiye uğramış olsa da 2000 sonrasında takip edilen kamu diplomasisi ve yumuşak güç Türkiye’ye yeni bir ivme kazandırmıştır. Dönemin Dışişleri bakanı bu yaklaşımı proaktif dış politika anlayışı olarak nitelendirmiştir. Ülkenin Avrupa Birliği’ne giriş sürecindeki ilerlemesi, bölgesel ve küresel ölçekteki kuruluş ve örgütlerde söz sahibi olması, komşularla ilişkilerde barışçıl ve sıfır sorunlu yeni bir dönemin başlaması yeni yaklaşımın ulaştığı noktayı gösteren işaretlerden yalnızca birkaçıdır. Bütün bu ilerlemeler ve dönüşüm Türkiye’ye prestij kazandırmıştır. Bu prestijin yanında yeni meydan okumalarla da yüzleşmek zorunda kalmıştır. Kıbrıs konusunda başlayan anlaşmazlıklar Arap Baharı sürecinde artmış ve yumuşak güç yaklaşımı yerini hedeflere ulaşmak için hem sert hem de yumuşak gücün birleşik bir strateji ile birleştirilmesini ifade eden “akıllı güce” bırakmıştır. Böylece duruma ve olaylara göre politika araçlarının ve yaklaşımlarının uygulanacağını belirten yeni bir anlayışa geçiş yapılmıştır. Türkiye tek başına yumuşak güç enstrümanlarını kullanarak etkili ve başarılı olamayacağını anlamaya başlamış ve bir bakıma sert güç araçlarını daha aktif ve etkili kullanmaya mecbur kalacağı bir döneme girmiştir.
Özellikle Arap Baharı’yla başlayan süreç Türkiye’yi önemli meydan okumalarla baş başa bırakmıştır. Demokratik taleplerle ortaya çıkan Arap Baharı sonrasında sürecin, dış güçlerin yeni bir düzen projesine dönüşmesi ve bölgede tamamen Türkiye aleyhtarı rejimlerin ve grupların hâkim olması, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bir konjonktür oluşturmuştur. Libya’da Türkiye’nin rol model olmasını kabullenemeyen Körfez ülkelerinin desteklediği General Hafter ve güçlerinin ağırlık kazanması ve Yunanistan’ın Libya ve Türkiye’nin kıta sahanlığını ihlal ederek Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs’ın haklarını hiçe sayan faaliyetlerde bulunması, Türkiye’yi Doğu Akdeniz ve dolaylı olarak Libya’da yumuşak güç politikalarının ötesine geçerek kuvvetini göstermeye itmiştir. Suriye’de ise olayların başladığı günden itibaren diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi halkın demokratik taleplerine kayıtsız kalınmaması gerektiğini Suriye rejimine bildirmiş ama Türkiye’nin bu tutumu Suriye rejimi ile olan ilişkileri germiş ve kısa süre sonra kopmasına yol açmıştır. Şüphesiz Arap baharı sürecinin en kanlı geçen ve halen devam eden ülkesi Suriye olmuştur. Bir milyona yakın insanın hayatına mal olan ve milyonlarca insanın mülteci durumuna düştüğü Suriye harap olmuş vaziyettedir. Aynı zamanda birçok terörist grubun ortaya çıkması ve belirli alanlarda kontrol sağlaması ülkeyi vekalet savaşlarının yaşandığı bir bölge haline getirmiştir. Ortaya çıkan terör örgütleriyle Türkiye’nin güneyinde bir terör devletinin oluşturulmaya çalışılmıştır. Türkiye ise bu tehditlere zorlayıcı güç araçlarıyla müdahale etmiştir. Güvenlik yaklaşımını ve önleyici tedbirlerini akıllı güç anlayışı çerçevesinde yeniden çizen Türkiye bunu sahada ve masada ortaya koymuştur. Bu yaklaşımı Suriye’de 24 Ağustos 2016’da başlayan Fırat Kalkanı Harekâtı ile göstermeye başlamıştır. Libya’da desteklenen Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle yapılan Münhasır Ekonomik Bölge ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’yle yapılan kıta sahanlığı anlaşmaları ve bunları donanmayla korunan sondaj ve sismik araştırma gemilerinin yaptığı çalışmalarla destekleyen Türkiye egemenlik sahalarında faaliyet gösteriyor. Bu şekilde egemenlik haklarını bütün güç yöntemleriyle koruyacağını ve tehditlere cevap vereceğini dile getirmektedir.
Türkiye akıllı güç ve proaktif dış politika anlayışıyla meydan okumalara cevap vereceğini ve yeni döneme ayak uyduracağını bununla birlikte bölgesinde etkili ve yön veren bir ülke olacağını gösterdiği bir dönemi başlatmıştır. Yeni anlayışla takip edilen dış politikayla oyun kurabilen ve oyun bozabilen bir rol oynamaya başladığı bir süreci de başlatmıştır. Katar’a uygulanan ambargo döneminde Katar’ı destekleyerek ambargonun amacına ulaşmasına mâni olmuştur. Somali ve Kuzey Afrika başta olmak üzere uyguladığı politikalar ve aldığı inisiyatiflerle Afrika kıtasında etkili bir ülke olduğunu göstermektedir. Türkiye’yi Etkisinin genişlemesi ve saygınlığının artması farklı alanlarda farklı meydan okumalarla da karşılaştırmaktadır. Afrika’da güç ve derinlik kazanan Türkiye’nin Fransa ile ilişkilerinin gerildiği görülmektedir. Artan etkisinin yanında popülaritesinin ve imajının da artması Türkiye’yi bazı Körfez ülkeleriyle karşı karşıya getirmektedir.
Türkiye’nin Yumuşak güç ve Kamu diplomasisi faaliyetlerini sürdürmesi ve uygulamaya devam etmesi, bunun yanında Covid-19 Krizinde yapmış olduğu yardımlar nedeniyle bıraktığı imajla birçok ülkeyle ilişkileri canlandırmaya ve güçlendirmeye başladığını görmek mümkündür. Bu sayede uluslararası arenada kendisine destek bulmaktadır. Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki Türkiye’nin faaliyetleriyle ilgili Avrupa Birliği’nden yaptırım talebinin reddedilmesi buna bir örnektir. Doğu Akdeniz’de sert gücünü göstermesi bunun yanında dünyada girişimci ve insani diplomasisini sürdürmesi krizlerden güçlenerek çıkmasına yardımcı olacağını göstermektedir.
Sonuç olarak tek başına sert güç sürdürülebilir değilken, tek başına yumuşak güç yetersiz kalmaktadır. Uygulanan her türlü zorlayıcı diplomasi araçlarını kamu diplomasisiyle desteklenmezse başarı şansı azalmaktadır. Bundan dolayı akıllı güç politikası daha sürdürülebilir ve etkili olmaktadır.