Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir parçası olan ve İngiltere ile 1984 yılında yapılan bir anlaşmayla 1997 yılından itibaren “tek ülke iki sistem”* prensibiyle yönetilen Hong Kong özellikle 2016’dan itibaren çeşitli gerekçelerle protesto ve gösterilere sahne olmaktadır. 2017’de Hong Kong liderliğinin Pekin yanlısı isimlerden olması yönündeki baskılara karşı çıkan halk 2019’da suçluların iadesi yasasına karşı protestolar gerçekleştirmiştir. Her iki durumda da Hong Kong’un özerkliğini korumak için verilen çaba Pekin’e geri adım attırsa da bu kez durum biraz değişik.
Ana hatlarıyla Çin merkezi hükümetini yıkma, isyana teşvik, vatana ihanet, terör ve dış müdahaleyi yasaklayan Ulusal Güvenlik Yasası, Hong Kong yerel meclisini devre dışı bırakarak kabul edilmiştir. Yasanın ulusal güvenlik gerekçesiyle muhalif medya liderleri, bazı iş adamları ve önde gelen aktivistlerin yargılanmalarına, sivil toplum kuruluşları ve şirketlerin de baskılanmalarına neden olacağı düşülmektedir.
Çin Hükümeti, Ulusal Güvenlik Yasasının uygulamaya koymak için Hong Kong Yasama Konseyi’ni atlatma hareketinin tamamen bir iç mesele olduğunu ve Hong Kong’daki düzeni yeniden sağlamak için gerekli olduğunu savunmaktadır. Ancak Hong Kong’un bir uluslararası finans ve ticaret merkezi olarak özel statüsü, anakaradan farklı bir siyasi ve yasal sistem kurulmasını sağlayan uluslararası antlaşmalarla yakından ilişkilidir.
Covid-19 salgını, Çin Komünist Partisi’ni içerde toplum için, dışarda devlet için yeni mücadele alanlarına zorlamaktadır. Özellikle Washington’ın süreci kullanarak Pekin yönetimini zor duruma düşürme çabası ters tepmiş ve ABD’nin hem politik hem ekonomik canlandırmaya ihtiyaç duyduğu bir ortam ortaya çıkmıştır. Bu durum küresel ekonomi sisteminin parçası olan Avrupa için de etkili olmuştur. AB hem ABD hem Çin hem de kendinin yeni dönemdeki yerini hala tam kestirebilmiş değildir. Bu nedenle zaten bir süredir istikrarsız ve zayıf olduğu Çin konusunda son Hong Kong gelişmesinde de yüksek seviyeli bir tepki göstermemiştir. Bu durumu birçok kişi değerler ve çıkarlar arasındaki eski tartışmaya dönerek yorumlamaktadır ki bu durumda “değerler açısından Avrupa Çin’e yanıt vermelidir, ancak çıkarlar açısından muhtemelen tepki verilmeyecektir.”
AB diplomasisi, 2016’dan beri AB’yi tüm benzeri gelişmelerde pasifize eden Çin Halk Cumhuriyeti ile ilgili bir hoşgörü siyaseti benimsemiştir. Burada, ekonomik sıkıntılar çeken Avrupa’nın Çin’in büyümesinden ve yatırımlarından faydalanma amacı olduğu gibi aynı zamanda Çin’in de bu ticaret sürecinde uluslararası sistemle kuracağı daha fazla ilişki gibi nedenlerle değişim gösterme ümidi de etkili olmuştur. Ancak görünen o ki, Pekin ile temas Avrupa değerlerini aşındırmaktadır.
Çin’in Sincan bölgesindeki kamplarda en az bir milyon Uygur’u hapsederken diplomatik açıdan etkisiz tepkiler ve sessiz protestoların ardından, Ulusal Güvenlik Yasası bağlamında Pekin yönetimi, Batı’nın Hong Kong üzerinde bir ajandası olmadığına inanmış görünmektedir.
Tabii ki bazı Avrupa ülkeleri yumuşak da olsa tepkisel söylemlerde bulunmuş ve hatta bir miktar baskıdan da söz etmişlerdir. Fakat en büyük tepkiler ABD yönetiminden gelmiştir. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun 27 Mayıs’ta Hong Kong’un ABD yasalarına göre özel statüsünü kaldırma kararını açıklaması sadece Pekin değil Hong Kong yönetimi tarafından da hoş karşılanmamıştır. Zaten Hong Kong’un özel statüsü sayesinde orada bulunan 1300 civarındaki Amerikan şirketi ve karşılıklı yapılan ticaretin kesilmesinin karşılıklı etki göstermesi çok zaman almayacaktır.
Bu süreç, ABD-AB-Çin üçlemesi dışında en çok İngiltere tarafından da takip edilmektedir. Eski Avrupa Dış İlişkiler Komiseri ve Hong Kong’un son İngiliz valisi Chris Patten’in Pekin’in anlaşmaları ihlal ettiğini belirtmektedir. Londra ve Brüksel’deki birçok kişiye göre, Brexit’e ve neden olduğu tüm karmaşaya rağmen, böyle bir konuda İngiltere ile AB’nin omuz omuza durabildiğini göstermesi ortak değerler ve politika açısından büyük bir fırsattır. Fakat İngiltere birçok konuda olduğu gibi bu konuda da AB ile paralel kalmak yerine, kendileri eski “denizaşırı toprakları” çerçevesinde politika belirlemeyi tercih etmiştir. Londra, uzun vadede BNO** belgesine sahip 300 binden fazla Hong Konglu için vatandaşlık almayı kolaylaştıracak düzenleme getirmeyi planlamaktadır.
Özellikle yeni koronavirüs salgını sürecinde siyasi gel-gitler yaşamak durumunda kalan Çin’in uluslararası sistemde yeni bir aktör olarak ortada olması, kendisinden önce, Çin’in karşıtlığına muhtaç olanlardan kaynaklandığı düşünülebilir. Çin’in Xi Jinping yönetimindeki dış politikasının yumuşak güç odaklı “barışçıl yükseliş” duruşundan “kurt savaşçısı”na dönüşümünün, oluşması ümit edilen yeni uluslararası sistemi daha barışçıl ve dengeli yapacağına inanç mevcuttur. Fakat bu dönüşüm başta AB, Batı için önemli zorluklar doğurmaktadır. Jinping’in Çin dış politikasındaki rotasını Lockeçu bir anlayıştan giderek Hobbesçu çerçevede artan bir güç olgusuna sıkıca taşıdığını görebiliriz.
Yeni uluslararası sistemden bahsetmeden, var olan sistem içinde Çin’in yeniden konumlanması sürecinde ABD kilit rol oynarken, AB bekle-gör politikasıyla mı konumunu belirleyecek yoksa çıkarlar ve değerler çerçevesinde yeni bir politika mı belirleyecek? Demokrasi yanlısı aktivistlere Avrupa’ya sığınma da dahil olmak üzere nasıl koruma sağlayabileceği konusunda bazı beklenmedik durum planlamaları yapması ve “Pekin baskısı altında olan başka bir demokrasi olan Tayvan ile bağları güçlendirmesi” yönündeki telkinlere uyması ile Avrupa’nın temelinde yatan ekonomik refahın sürdürilebilir formülleri arasında bulacağı rol, AB’nin son zamanlarda her fırsatta tartışmaya açılan varlık sebebine verilen cevabı etkileyecektir.
* Bu formül Çin anavatanı sosyalizm temelli bir sistemle yönetilirken Hong Kong’a kapitalist temel üzerinde özerklik, kendi yasal sistemini oluşturma ve ifade özgürlüğü haklarını veriyor.
** British national (overseas): tarafından sadece 1 Temmuz 1997 öncesi alınan bu vatandaşlık statüsüne sahip Hong Konglular, İngiliz pasaportu hakkına sahip ama İngiltere’de yaşama ve çalışma hakkına sahip değildir.