Tartışmaların odağında hep kıyıdaş ülkeler ve büyük güçler olsa da Doğu Akdeniz jeopolitiğinin şekillenmesinde Körfez güç projeksiyonu ve rekabetinin önemi yadsınamaz.
2011 Arap Baharı ayaklanmaları, istikrarı sarsılan Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de süregelen siyasetin sarsıcı dönüşümünün temeli oldu. Akdeniz kıyısındaki bu devletleri saran siyasi kargaşa, Arap Yarımadası’nın zengin ve hırslı devletleri olan Katar, BAE ve Suudi Arabistan için hem tehditler hem de fırsatlar yarattı. Ekonomik yardım, siyasi destek ve zaman zaman askeri yardımı birleştiren katılımlar, Arap siyasetindeki kabul edilebilir rollerin neler olduğu konusundaki mücadeleyi şekillendirdi. İdeolojik temelli, nüfuz ve güvenlik meselesi haline gelen bu rekabet, Körfez devletlerinin farklı coğrafyalarda yürüttüğü ve varlık mücadelelerinin bir parçası haline geldi.
Körfezdeki bu rekabet, Orta Doğu arenalarında sürerken Akdeniz de önemli bir sahne haline geldi. Bölgesel siyasette iki farklı kutupta bulunan Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan karşısında Katar ve ilişkileri oldukça derinleşmiş olan Türkiye’nin rolleri, temelde bu siyasi karşıtlık üzerinden Doğu Akdeniz jeopolitiğini etkiledi. Özellikle ABD’nin Orta Doğu coğrafyasındaki gücünü azaltma niyeti de bölgesel güç rekabetini körükledi. BAE ve Suudi Arabistan ile siyaseten karşıt kutupta yer alan Türkiye’nin bu rekabetteki konumu, Körfez ikilisini sert önlemler almaya itti.
Körfez monarşilerinin Doğu Akdeniz’e olan ilgisi istikrarlı şekilde artarken, Avrupa’nın kalbine doğru yaklaşan bu rekabet ile Avrupa da giderek Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki birçok çatışmasının içine çekildi. Körfez devletlerinin güç mücadelesinin Doğu Akdeniz’e yansıması, bölge devletleri ve büyük güçler için zaten oldukça çetrefilli olan bölgesel mülkiyet/egemenlik hak ihtilafı, aktif çatışma alanları ve ekonomik meseleler gibi konuları olumsuz etkiliyor.
Doğu Akdeniz, Avrupa’yı Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’na bağlayan deniz koridorlarının bir uzantısı ve bu nedenle küresel ticaret ve enerji yolları için çok önemli. Dubai Ports World’ün Güney Kıbrıs, Fransa ve Cezayir’de limanları işletmesi ve bir İspanyol liman işletmecisini satın almasıyla BAE’nin son on yılda Akdeniz’deki denizcilik çıkarları bu düşünceyi yansıtıyor. Avrupa’nın ekonomik ve güvenlik çıkarlarına bu kadar yakın bir bölgede nüfuz ve kaldıraç kazanmak, Körfez ülkelerinin yararlı siyasi sermaye ve alaka düzeyini güvence altına almasının bir yolu. Ayrıca BAE’nin Katar’a ekonomik olarak zarar verebilecek bir Doğu Akdeniz boru hattına verdiği destek, Güney Kıbrıs, Yunanistan ve Fransa’nın politikaları ile uyum sergilemesini de sağlıyor.
Kıyıdaş Ülkelerdeki Körfez Varlığı
Mısır ile başlayan ve Suriye ve Libya ile devam eden bu rekabetin bazı kırılma noktaları oldu. Doğu Akdeniz’deki rekabet ilk olarak 2011 devrimi sırasında ve sonrasında Mısır’da yaşandı. Katar, Suudi Arabistan ve BAE tarafından teşvik edilen 2013 askeri darbesiyle Cumhurbaşkanlığından uzaklaştırılan Muhammed Mursi’yi desteklemişti. Darbenin ardından Katar, Mısır’daki önemli etkisini kaybetti. Katar ile ticareti hızla düşerken, Mısır’ın BAE ile ticareti 2010-2018 arasında neredeyse 5 kat büyüdü. Mısır, Suud ve Emirliklerin 2017’deki Katar ambargosunu da destekledi, ancak Katar ile mevcut önemli ekonomik bağları (yatırım ve işçi mevcudiyeti) sürdürme ve Doha ile Gazze konusunda işbirliği yapma ihtiyacı Mısır’ı Doha ile pragmatik ilişkileri sürdürmeye zorladı. Mısır, Doğu Akdeniz’deki politika geliştirme ve ikili ilişkilerin tesisinde arzuladığı denge durumunu henüz sağlayabilmiş değil ve BAE ile Suudi Arabistan’ın Akdeniz politikalarının limanı konumda.
Libya bölgedeki aktif rekabet noktalarından biri olarak önemini koruyor. 2011’de BAE ve Katar, NATO ve Arap Ligi öncülüğünde Libya’ya Albay Muammer Kaddafi’yi devirmek için müdahale etti. Fakat 2014 yılında başlayan iç bölünme ile farklı kutupları desteklemeye başladılar. BAE, Mısır’ın desteğiyle General Halife Hafter’e askeri destek ve mali yardım sağladı. Tersine, Türkiye ve Katar, Trablus’ta Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni destekledi. Hafter’in 2019’da Trablus’a saldırısı, Türkiye’nin UMH’ne askeri desteğinin artmasını tetikledi.
BAE, Libya’da Hafter desteği paydasında Rusya ile buluştu fakat, Rus Wagner Grubu’nun finansmanı da dahil, Libya’da Moskova ile iş birliğinin kendine has sorunları bulunuyor. Rusya’nın Türkiye ile Libya konusunda yaptığı bazı görüşmeler, BAE ile sürtüşmeler yarattı. Ayrıca, BAE’nin Rusya ile askeri işbirliği, halihazırda Libya’da Türkiye yanlısı bir konuma daha yakın olan ABD’yi giderek daha fazla endişelendiriyor ve özellikle yeni ABD yönetimi, BAE’nin silah ambargosu ihlallerini Rusya’nın bölgedeki konumunu güçlendirecek şekilde devam etmesini önleyecek potansiyele sahip. ABD ile paralel şekilde Avrupa’da da Hafter’in iktidarı alma ihtimali görülmediğinden, belirlenen Libya’nın toprak bütünlüğü ve Libya’daki Rus etkisine karşı koyma öncelikleri bu konuda BAE ile ilişkileri güçleştiriyor.
Suudi Arabistan ve BAE, Türkiye’nin 2018’de Zeytin Dalı ve 2019’da Barış Pınarı askeri operasyonlarını kınadı. Emirlikler ve Suudiler, Kuzey Suriye’de Türkiye için tehdit oluşturan, YPG ve SDG ile ilişkilerini güçlendirmek için askeri düzeyde koordinasyonlarını artırma, mali yardım ve malzeme sağlama yöntemlerini kullandı. 2017 itibariyle Suriye’de varlık göstermediği iddia edilse bile BAE, koronavirüs bağlantılı insani diplomasi bahanesi altında, ülkenin kuzeyinde büyüyen Türk etkisine direnme yeteneğini güçlendirmek için Beşar Esad ile yeniden etkileşim kurma girişiminde bulundu. ABD’nin Suriye rejimi ile ilişkileri olan veya ilişki geliştirmek isteyen ülkeleri ve şirketleri hedef alan Sezar Yasasına rağmen geliştirilen bu ilişkiler, Amerikan yönetimi ile ilişkileri Libya’da olduğu gibi gerecek potansiyele sahip.
Özellikle Libya ve Suriye’deki çatışmalar, Körfez’deki krizi tanımlayan, güç ve nüfuz mücadelesini yansıtan tam bir vekalet savaşına dönüştü.
Bölgedeki ABD politikalarının bu ilişkilere etkisini gözardı etmemek gerekiyor. BAE’nin on yılın başında benimsemeye karar verdiği daha aktif bölgesel politikanın önemli bir nedeni, Abu Dabi’nin, Obama yönetiminin bölgedeki Batı yanlısı hükümetlerin istikrarı ile ilgilenmediği ve Tahran ile bir uzlaşma için çalıştığı için artık ona güvenemeyeceği yönündeki algısıydı. Umman Körfezi ve Hürmüz Boğazı’ndaki Mayıs ve Haziran 2019 olayları, Abu Dabi’ye Emirlikler ekonomisinin ne kadar savunmasız olduğunu ve İran yönetiminin ABD müttefiklerine karşı ne kadar agresif davranabileceğini gösterdi. Trump yönetiminin de İran’a karşı askeri harekat yapma iradesinin olmaması ve Katar ile yaptığı büyük ticari anlaşmalar bölgede farklı bir gelişmeye kapı araladı.
Bölgede güç kazanma için stratejik ortaklıkların yanında ABD ile ilişkilerini geliştirmek için önemli bir adım olarak BAE (ve arkasından Bahreyn), İsrail ile normalleşme adımı attı. Doğu Akdeniz güvenliğinde önemli bir oyuncu olan İsrail’in bölgesel politikalarını rahatlatan ve İbrahim Anlaşması olarak bilinen bu normalleşme süreci, Körfez ülkelerine yayılacak stratejik bir hamle olarak değerlendirildi. Nitekim, 1971’de yani dördüncü ve son Arap-İsrail savaşından (1973) iki yıl önce kurulan BAE, Mısır ve Suudi Arabistan’ın aksine, İsrail ile hiçbir zaman doğrudan savaşmadı ve İsrail devletiyle ortak sınırları da yok. Dolayısıyla Abu Dabi, Arap-İsrail sorununa tarihin gözüyle değil, strateji gözüyle bakıyor. Bu normalleşmenin siyasi olduğu kadar ekonomik etkilerinin de olduğu, yüksek meblağlı söz ve anlaşmalardan görülebilir. Özellikle Süveyş Kanalı’na alternatif oluşturacak Kızıldeniz-Akdeniz arasında yeni kanal/yol projelerinin Mısır’a rağmen planlanması dikkat çekici. Ayrıca aynı döneme denk gelen Türkiye-İsrail ilişkilerinin karmaşık ve çözüme uzak durumu, BAE’nin İsrail yakınlaşması için etkenlerden biri olarak yorumlanabilir.
Doğu Akdeniz’in Avrupa kıyısındaki Yunanistan ve Güney Kıbrıs ise BAE, Suudi Arabistan ve diğerlerinin politika güdümündeki deniz komşusu Mısır ile ilişkilerini derinleştirdi. Yunanistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile aynı coğrafi ve felsefi gerçeklikleri paylaşmasa da üç ülke kendi arka bahçelerinde Türk dış politikasından duydukları ihtiyatlılığı paylaşıyor ve daha yakın güvenlik bağları arıyorlar. 2017’de başlayan ve Yunanistan, Güney Kıbrıs, Fransa, Mısır ve BAE’nin iştirakiyle her yıl yapılan MEDUSA ile INIOCHOS askeri tatbikatları yanında BAE’nin Yunan üslerinde uçak konuşlandırması güvenlik bağlarının temeli sayılabilir. Bununla birlikte 2019’da Suudi Aramco tesislerine İran tarafından yapıldığı iddia edilen saldırıların ardından Yunanistan, 130 askeri ile Patriot hava savunma sistemleri Suudi topraklarına konuşlandırmayı kabul etti. Yunanistan, Güney Kıbrıs ve BAE üçlü zirveler veya Mısır, Suudi Arabistan ve İsrail’in de katıldığı Sir Bani Yas Forumu, Philia Forumu, Baf Zirvesi gibi diplomatik toplantılar ile Doğu Akdeniz politikalarında uyum ve hareket kabiliyeti aramaya devam ediyor. Yunanistan, Kıbrıs, Mısır, İsrail, Ürdün, Filistin, İtalya ve Fransa’yı biraraya getiren ve BAE’nin tartışmalı statü ve etkisinin olduğu Doğu Akdeniz Gaz Forumu ise bölgedeki enerji üretim ve naklinde tartışmalar yaratan bir birliktelik.
Doğu Akdeniz Enerji Satrancında Yer Alma Çabası
Doğu Akdeniz sorunundaki görünen kaynak olan enerji meselesinde temel taşlardan biri olan EastMed doğalgaz boru hattı da BAE için bir nüfuz mücadelesi haline geldi. BAE, EastMed anlaşmasının en sesli destekçilerinden biri oldu ki anlaşma tam olarak uygulanırsa, zenginliğinin temelinde Sıvılaştırılmış Doğalgaz (LNG) olan Katar, ihracatında önemli bir yeri olan Avrupa pazarının yarısını kaybedip ekonomik daralmaya gidebilir, Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattının (TANAP) önemini azaltarak Türkiye’nin stratejik varlıklarını etkileyerek bu ivmeyi Türk karşıtı ittifakı güçlendirmek için geliştirebilir. COVID-19 salgını ve enerji fiyatlarındaki düşüş, hem likiditeyi azalttı hem de EastMed boru hattını ve gazını eskisinden daha az çekici hale getirdi. Buna karşın Türkiye’nin siyasi, Katar’ın da ekonomik nüfuz ve kabiliyetlerini kırmak ve Batılı paydaşlar kazanmak için proje önemli bir fırsat.
Avrupa, Türkiye’nin politikalarına karşı Doğu Akdeniz’in jandarmalığını üstlenmede oldukça gönüllü davranıyor. Rusya’ya ve Türkiye üzerinden geçen boru hatlarına bağımlılıklarını azaltan doğalgaz arzını da memnuniyetle karşılıyorlar. Ancak kurumsallaşmış ortaklıklar (NATO, AB gibi) ve bağlayıcı anlaşmalar (göç mutabakatı gibi) özellikle bölgede Türkiye’nin aleyhinde politika ve eylemlerini sınırlandırıyor. Buna karşın AB ülkeleri arasında Fransa, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki dış politikasını eleştiren ve Ankara’nın Akdeniz’deki emellerine karşı Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı destekleyen en görünür ülke oldu. Bilhassa, Fransa’nın enerji devi Total SA, Güney Kıbrıs ile yaptığı anlaşmalarda önemli arama haklarına sahip oldu ve Paris, Türkiye’yi caydırmak için bölgeye önemli askeri varlıkları konuşlandırmaktan çekinmeyeceğini gösterdi. Bu durum, Libya’da Hafter desteği paydasında güçlü şekilde kurulan Emirliklerin Fransa ile işbirliğinin Türkiye karşıtlığında sağlamlaştırılmasını sağladı. Yine aynı saiklerle, Yunanistan’ın iddia ettiği ve enerji arama faaliyetlerinde temel olarak sunulan deniz sınırlarını gösteren Sevilla Haritası, Güney Kıbrıs ve Mısır ile yaptığı deniz sınırını belirleme anlaşmaları da benzer şekilde Abu Dabi tarafından kabul ve destek gördü.
Deneyimli Suud, Heyecanlı Emirlik
Körfezdeki güvenlik politikalarının en önemli değişmezleri, ABD, BAE ve Suudi Arabistan ittifakıdır. Her iki devlet de on yıllardır Amerika Birleşik Devletleri ile ittifak halinde. ABD ile devam eden ittifak olmadan yeni politikalar ve ilişkiler geliştirmenin mümkün olmadığını düşünen BAE, Washington yönetiminin Arap Baharı ve İran’a yönelik politikasından hoşnutsuzluğunun ilişkileri bulanıklaştırmasından sonra bile ittifaka sadık kaldı. Suudi Arabistan ve BAE, bölgedeki en önemli müttefikler. Emirlik yönetimi, Suudi Arabistan’ın oransal büyüklüğünü (Suudi Arabistan’ın 30 milyondan fazla nüfusu, daha yüksek petrol rezervleri ve sayısal olarak daha büyük silahlı kuvvetleri) Körfez’de hegemonik bir güç kurmak için kullanabileceğinden endişe ediyordu. Bununla birlikte BAE, 1971 ile 1990’lar arasında Suudi Arabistan’ın küçük ortağı olarak hareket etti ve daha güçlü komşusunun politikalarına uyum sağladı.
2011 Arap Baharı ayaklanmaları ardından izlediği aktif politika, BAE’nin bu tarihten itibaren küçük ortak olarak hareket etmeyeceğini gösterdi. İki ülke arasındaki ortak dış politika projelerinde Abu Dabi yönetiminin öncülük ettiği konuları da görebiliyoruz. Hatta Orta Doğu ve nüfuz bölgelerinde Mısır, İran ve Türkiye gibi güçlerle rekabet alanları belirleyen ve bu çerçevede politika izleyen BAE, Doğu Akdeniz’deki varlığını da güç odağına yerleştirdi.
Abu Dabi ve Riyad, Doğu Akdeniz’i güç biriktirebilecekleri bir alan olarak kullanmayı seçtiler. Kıyıdaş ülkelerin hemen tamamı ile ilişkilerini de bu gerçek üzerine inşa ettiler. Körfez’de yaşanan rekabetin varlık mücadelesi haline gelmesi endişesi, rakibin gücünü azaltma stratejini besledi ve özellikle Katar ve Türkiye’nin imkanlarını bölgede azaltmak için işbirlikleri ve yatırımlar yapıldı. İlişkilerin normalleşmesinin karşılıklı faydaya dönüştürme potansiyelini tanımlama ve güç projeksiyonunu bölgenin asıl sorunlarına yönlendirme için ise vakit henüz erken.
Bu “Analiz” yazısı C4Defence dergisi Mayıs 2021 sayısında yayınlanmıştır.