Körfez bölgesi, geniş anlamda İran ve Irak’ın dahil edildiği, dar anlamda ise Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyesi ülkelerinin (Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Umman) yer aldığı coğrafyaya işaret etmektedir. 7. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar geçen süreçte bu coğrafya; İslamiyet’in doğup yayılmasına, önemli hanedanlık ve imparatorlukların yükselip güç kaybetmesine ve Batılı devletlerin egemenlik mücadelesine tanıklık etmiştir.
20. yüzyılın başlarında, Batı dünyasının gözünde “çöl iklimine sahip, ekonomik olarak geri kalmış, stratejik ama ikincil öneme sahip” bir bölge olarak yer alan Körfez bölgesi, 1908’de Anglo-Persian Oil Company (APOC) ile İran’da petrolün bulunması ile hem Avrupalı devletler nezdinde hem de Orta Doğu’nun kaderi noktasında değişen dinamiklerin habercisi olmuştur. İran’ın ardından diğer ülkelerde de petrolün keşfi ile bölgeye karşı yaklaşım büyük ölçüde değişmiş ve William L. Cleveland, Modern Orta Doğu Tarihi kitabında bu durumu “Arap Yarımadasını, İngiltere’nin arka bahçesinden dünyanın dikkat odağı hâline getiren şey, petroldü.” sözleri ile açıklamıştır.
Keşfi sonrası petrol, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) adeta sinek kapanı etkisi oluşturmuş ve Amerika, özellikle -daha sonra Arabian American Oil Company (Aramco) olarak bilinecek olan- Standard Oil of California (SoCal) ile bölgede petrolden elde edeceği faydayı maksimize etmeyi amaçlamıştır. Petrolün keşfi, ABD ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerin çeşitlenmesine öncülük etmiş, Suudi Arabistan’da kendine daha çok güvenlik odaklı yer bulurken Irak’ta ise bölgenin yeniden yapılandırılması noktasında kendisini göstermiştir.
Ancak son 15 yılda, Washington’un Orta Doğu ülkeleri üzerindeki etkisi azalmıştır. İran’ın Suriye, Lübnan ve Irak’ta ve Türkiye’nin de yine Suriye’de artan etkisi, bölgede değişen güç dinamiklerini göstermekte ve ABD’nin aktif Orta Doğu katılımcılığının azalmasını örnekleyen noktalar arasında yer almaktadır. Fakat ABD’nin bölgenin uzun süreli belleğindeki yeri, bölgedeki varlığını diri tutmasında kilit rol oynamakta ve tarihsel bağlamın yanı sıra İsrail’in Filistin saldırıları, Suriye’de değişen dinamikler ve Trump’ın 2. başkanlık döneminde ilk ziyaretini yine Suudi Arabistan’a yapacak olması ve devamında da diğer Körfez ülkeleri ile de çeşitli görüşmelerinin olacağını ifade etmesi, Trump’ın “anti-küreselleşme” politikasının meyve vermesini geciktirmektedir.
Körfez ülkeleri, özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Amerika’nın geleneksel güvenlik ve diplomatik desteğinin azalmasından endişe duyarak ABD ile olan güvenlik ve diplomatik ilişkilerini yeniden pekiştirmeye çalışırken aynı zamanda Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya gibi diğer büyük güçler üzerinden de ikili ilişkilerini geliştirerek ekonomilerini çeşitlendirmeyi amaçlamaktadırlar.
Analiz kapsamında ele alınan Çin, 1970’lerden itibaren Deng Xiaoping ile dışa açılım gerçekleştirmiş ve 2012’de Xi Jinping’in devlet başkanı olarak göreve gelmesi ile bu açılım hız kazanmıştır. Bu duruma paralel olarak Çin hem ekonomik büyüme hem de küresel etki açısından derinliğini artırmıştır. Bu noktada, Körfez ülkeleri gerek Çin’in genişleyen pazarı sonucu artan enerji ihtiyacının karşılanmasında gerek bu ülkelerin jeopolitik öneminin Kuşak Yol Projesi kapsamında değerlendirilmesinde gerekse de Çin kimliğinin yumuşak güç politikaları üzerinden Körfez bölgesinde yaygınlaştırılması noktasında ön plana çıkmaktadırlar.
Pozitif çıktılarının yanı sıra artan ikili ilişkiler aynı zamanda, beraberinde etik değerlerin göz ardı edilmesini kolaylaştırmış ve Çin’in Doğu Türkistan, Hong Kong, Tibet ve Tayvan’da gerçekleştirdiği insan hakları ihlalleri ve siyasi baskılar Körfez ülkeleri tarafından çoğu zaman görmezden gelinmiştir.
…