2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta daha sonra “Arap Baharı” olarak isimlendirilecek halk hareketleri ilk görülmeye başlandığında akıllardaki soru bu dalganın Ortadoğu ve Kuzey Afrika (OKA) coğrafyasındaki bütün ülkeleri etkileyip etkilemeyeceği ile bölge genelinde gerçekten radikal bir transformasyon yaratıp yaratmayacağıydı. Yaklaşık 400 milyonluk Arap dünyasının merkezinde yer alan bir ülke oluşu ve bölgenin hâkim inancının kutsal merkezlerine sahip oluşu ile yüzyıllardır Sünni İslamın simgesi haline gelmiş Suud Hanedanı egemenliğindeki Suudi Arabistan, Arap Baharı dalgasını demokrasi, adalet ve ekonomik haklar talebi temelinde gelişen kollektif bir dinamizm olarak değerlendirmek yerine en azından kendi iç/ulusal güvenliğini sağlamak adına yapılacak ufak çaplı reformlarla geçiştirebilecek arızî bir durum olarak görmüştür. Nihayetinde domino etkisiyle yayılan halk hareketleri bağlamında Arap Baharı dalgası bölgedeki devletlerin hepsini aynı derecede etkilememiş; Libya, Mısır, Suriye, Yemen gibi ülkeler bu dalgadan doğrudan etkilenip rejim değişikliklerine sahne olurken Suudi Arabistan, Umman, Cezayir, Fas gibi devletler dolaylı olarak etkilenmiş ve sadece yerel çapta muhalif gösterilerle baş etmişlerdir.
Arap Baharı ve Suudi Arabistan
Monarşik bir yönetim sistemini benimseyen, “rantiye devlet” konumundaki Suudi Arabistan (resmi adıyla Suudi Arabistan Krallığı), bağımsızlığını kazandığı 1932 yılından bu yana patrimonyal ilişkiler ağı sayesinde Suud ailesi etrafında örgütlenmiş bir saray bürokrasisi ile vergilerden muaf tutularak bu yolla monarşiye sadakati sağlanan halk üzerinde yükselen, ekonomik ve mali yapıyı ise petrol üretiminden sağlanan gelirle ayakta tutan bir siyasal sistem görünümündedir.